”İflah Olmaz Toprak Bir Daha! ”
Araları yağmurun taşıyıp eksilttiği topraklardan kalan boşluklu taş duvarların ardında, sahiplendikleri her şeyi kahramanca koruyan, o binlerce yıldır insanoğlunun can dostları, çoban çadırlarının yarenleri, ilk bakışta ruhlarındaki çocuksu sevgiden iz bulunamaz bir zıtlıkla o sevgiden kopmuş görünen, kıvrık dik kuyrukları, dik başları ve keskin dişleriyle; sebebini sadece kendilerinin hissedebildiği köpek seslerinden başka, dup duru, sep serin, tap taze ve her solunduğunda, tüm bedenini ve ruhunu gençleştiren eşsiz bir havanın hafif esiltisinde, Boğatepe’de bir insan, toplum ve toprak aşığı, hızır gibi her derdi olanın sıkıntısını edinen dayım’ın mandırasına yürüyorum. Karanlığın serinliğinde yayılmış sonsuz bir çiçek deryası; el fenerimin ışıklarında cır cır böceklerinin uyandırmaya çalıştığı sabahla müjdelenen kuş seslerini sabırsızlıkla bekliyor. Yol kenarında yere kadar inmiş telefon kablosunun direkle buluşmasını izleyen gözlerim, sanki bir stadyumu aydınlatan güçlü bir ay ışığının bile baskılayamadığı milyonlarca asılı yıldız demetlerini fark ediyor. İnanılmaz bir ürpertiyle oraya serilip, Samanyolu’nun gözlerimden akışını baştan sona saatlerce izlemeyi hayal ederken; mandıra kapısından gelen sesler duyulmaya başlıyor. Sıradan bir gününde bu saatlerde sabahtan akşama kadar bedenin, ruhun, duygunun ve hatta zihnin kontrolünü kaybettiren ve mutlak yalnızlık ve boşluk arayan bir pıhtıya dönüştüren o şehir gürültüsünden arta kalan bir hiçlik hissinden zerre yok üzerimde. Gecenin bu saatinde kapıya yaklaştıkça yükselen bu seslerle, daha da coşuyor, coştukça hızlanıyor, hızlandıkça soluyor, soludukça gençleşiyor, gençleştikçe mutlanıyor ve hatta o kadar gençleşiyorum ki çocuk oluveriyorum…
Körüklü gaz ocağının aleviyle beslenen geçmiş yüzyıldan kalan bir peynir kazanının etrafında; hummalı bir koşuşturma. Üstündeki lepik taşları ve toprak damı ayakta tutan, kim bilir nerenin, ne zamanın, kimin ektiği, kimin kestiği bilinmeyen, isimsiz bir ağaçtan buraya taşınmışta, direk olmuş bir direğe asılı kaset çalardan gelen müziğin ritminde, bir bayram sabahı enerjisiyle çalışıyor dayım. Tüm çabam haftalardır uzmanlaştığım beyaz peynir ufalama işinden, son günlerde terfi etmek için her dakika yalvardığım, kaşar pişirme fırsatını elde edebilecek şansın bana verilmesini sağlayan şirinlikler yapmak. ”Onlarca peynirden bir tanesini de ben pişirsem ne olur ki? Kötü pişirsem ne olur ki? Yok her bir peynir tekeri onun namusu, şerefi sanki, sanki o peyniri yiyen bilecek onu başkasının yaptığını, sanki çok ta umurunda yiyenin. Alanlar da sanki dayım pişirdi diye satın alıyor. Sanki oda başkasından öğrenmedi. Mavi gözlü, bembeyaz pamuk tenli, örgü saçlı ananem onu kaşar pişirme kazanında doğurdu sanki? Etrafta her yer peynir zaten. Ne olur ki bir tanesini de ben pişirsem!” diye içimden geçiriyorum, kızıyorum, kızıyorum, kızıyorum ama ne gelir elimden. ”Bak; bizim Betto, bu peynir baskısından yediği için öyle güçlü” diyor ve içinde kıvılcımlar, parlak yıldızlar fışkıran, gülen, sevgi dolu gözleriyle bir yutumluk baskı parçasını uzatıyor elime. Tamam diyorum bu iş tamam. Bugün peynir pişirtecek bana.

O gündü işte o 1 kg lık peyniri ilk pişirdiğim gün.
Çocukluk sevinçlerinin morfinlediği bir ruhla merdivenlerden çıkıp içeri giriyorum. Tanımasam da ora da gördüğüm için akrabam, dostum, kırk yıllık ahbabım saydığım, ilk kez gördüğüm misafirlerin arasından sıyrılıp, duvar boyunca uzanan camların ardından mandıra da gravyer yapımını izleyenlere katılıyorum. Kaset çalar yok bu kez ama bluetooth bağlantılı bir cihazdan çalınan neşeli ezgilerle, coşkuyla, çalışan güler yüzlü, aşk dolu mutlu peynir ustalarına bakıyorum… tekrar çocuk oluyorum. Aşk, özen, ve gözlerde parlak mutlu bir kıvılcım. ”Aşkla üreten insanın; mutluluk kıvılcımı, gözüne yansır” derler ya, işte öyle. İş bitiyor, herkes dağılıyor ve sonunda kuzenlerimle baş başa kalabiliyorum. Soruyorum: son kazanı neden yarım pişirdiniz diye? Süt o kadardı diyor. Hayvanlara süt yemi, mısır slajı verseniz ya o zaman diyorum. Kaşlar çatılıyor ve küçük kuzen ”Abi biz toprağımızı pisletmeyiz” diyor. Ne alaka diyorum. Toprak süt yemiyle pislenir mi hiç? Pislenir diyor. Hemde bir daha iflah olmamacasına pislenir. Nasıl pislenir diyorum? Abi diyor bak. ”Biz bu beslediğimiz hayvanlardan çıkanları tarlalarımıza gübre diye atıyoruz. Senin o Süt yeminde, mısır slajında kim bilir kimin GDO su kimin nesi var. Biz mala (ineğe) onu yedirirsek tüm toprağımıza onlar yayılır, sonrada hayvanlar oradan otlar. Süt dediğin nedir? Hayvan ne yemişse, süt odur. Allah korusun sütümüz bozulur. Bir daha da temizleyemeyiz. Bu köy, bu peynir, bu toprak bir daha da iflah olmaz ”
Haklısın kardeşim diyorum iflah olmaz bir daha! ve geri çekiliyorum.
Ne yersen O değilsin demek ki.
Senin yediklerin neyle besleniyorsa; sen asıl sen asıl işte O’sun!
deyip sabahın erken serinliğinde müjdeci kuşlara uyanmak için yatmaya gidiyorum.